Türkiye’de çalışma hayatının temel sorunlarından biri, gelir dağılımındaki adaletsizliktir. İzmir’de yaşanan ve son günlerde gündemde olan belediye işçilerinin grevi ve ardından varılan zam anlaşması, bu sorunun yeni bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Belediyede çalışan işçilerin, asgari ücretin 4-5 katı maaşlar alması tartışılırken, üniversite mezunu gençlerin ve birçok çalışan kesimin temel yaşam şartlarını dahi zor sağladığı gerçeği gözlerden kaçmaktadır.
İzmir Büyükşehir Belediyesi ile DİSK arasında yapılan son anlaşma sonucu, en düşük belediye işçisi maaşı 66 bin TL’ye, en yüksek maaş ise 81 bin TL’ye yükselmiştir. Bu rakamlar, Türkiye genelinde asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlarca işçiyle karşılaştırıldığında ciddi bir uçurum yaratmaktadır. Oysa ülke ekonomisinin gerçekleri ve yaşam maliyetleri göz önüne alındığında, üniversite mezunu gençler bile işsizlikle mücadele ederken, asgari ücretle yaşam mücadelesi veren milyonlarca insanın durumu hiç de iç açıcı değildir.
Bu tablo, çalışma hayatındaki eşitsizliğin, hakkaniyetin ve liyakatin sorgulanması gerektiğinin en somut göstergesidir. Belediye işçilerinin haklarını savunması ve insanca yaşanacak bir ücret talep etmesi doğal ve meşru bir taleptir. Ancak buradaki asıl problem, bu taleplerin ülke geneli için bir norm haline gelmesi durumunda ortaya çıkabilecek ekonomik dengesizlik ve sosyal huzursuzluktur.
Yüksek maaş alan işçi kesimi ile düşük maaşla çalışan, nitelikli eğitim almış gençler arasında adeta yeni bir sınıfsal ayrışma meydana gelmiştir. Bu durum, çalışma barışını ve toplumsal dayanışmayı zedelemekte, toplumda “kazan-kazan” değil, “böl ve yönet” mantığıyla hareket eden bir sistemin işaretlerini vermektedir.
Diğer yandan, kamusal hizmetlerin kesintiye uğramaması elbette önemlidir. Ulaşımın aksaması ve çöplerin birikmesi, herkesin günlük hayatını doğrudan etkileyen sorunlardır. Ancak sorunları çözmek için seçilen yöntemlerin, ekonomik adaleti gözetmeyen, bazı kesimlere aşırı ayrıcalıklar tanıyan sonuçlar doğurması kabul edilemez.
Ekonomik adalet, herkesin emeğinin karşılığını hakkaniyetli biçimde almasıyla mümkündür. Üniversite mezunlarının ve düşük gelirli çalışanların zor şartlar altında yaşadığı bir ülkede, bazı işçi gruplarının aşırı yüksek maaşlarla kamu kaynaklarını tüketmesi, sistemin sürdürülebilirliğini tehdit etmektedir. Bu durum, emeğin değerinin eşitlenmesi ve hakkaniyetin sağlanması yönünde acil bir reform ihtiyacını ortaya koymaktadır.
İzmir’de yaşanan grev ve maaş zammı, Türkiye’nin çalışma hayatındaki adaletsizlik ve gelir dağılımındaki uçurumu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Toplumsal barış ve ekonomik sürdürülebilirlik için, herkesi kapsayan, eşitlikçi ve şeffaf politikaların hayata geçirilmesi kaçınılmazdır. Yoksa bu tür örnekler, toplumda ayrışmayı derinleştirirken, sosyal huzursuzluğu artırmaya devam edecektir.